kuran.com

RAHMAN



    1. Rahmân, Fatiha Sûresi`nde besmele tefsir edilirken bu yüce isim hakkındaki açıklamalar geçti. Yani rahmet ve sonsuz ihsanı kaynaşıp duran ve ondan dolayı bir ismi de Rahmân olan Allah Teâlâ. İrâb yönünden mübtedâ, kendinden sonra gelen de haberi görünür. Lakin müstakil bir âyet olduğuna bakarak takdir edilen bir mübtedânın haberi olarak şöyle bir cümle ortaya çıkar.

    Allah, Rahmândır, yahut "O muktedir Melik, Rahmândır."

    2. Rahmetiyle O Rahmân, Kur`ân`ı öğretti. İlimden, öğretmek mânâsını ifade eden "ta`lim" fiili, iki mef`ul alacağı için bu anlamda burada birinci mef`ul hazfedilmiş, böylece maksat, şuna veya buna öğretmek değil, bizzat öğretimin kendisinin ifade edildiği anlatılmıştır. Böylece bu kelime, gerek Cibril`e, gerek Peygamber`e, gerek ümmete olan öğretimin kısımlarından hepsini içine almaktadır. Bazıları da demişlerdir ki, burada alâmet mânâsınadır. Buna göre âyetin anlamı, Kur`ân`ı alâmet kıldı, yani ibret alacak olanlara bir âyet, yahut nübüvvet için bir delil v e mucize kıldı demektir. Bu durumda diğer bir mef`ulün hazfini gözetmeğe gerek kalmaz ve önceki sûrenin başında yer alan "Ay yarıldı." (Kamer, 54/1) âyeti ile mütenasib olur. Yani o sûre heybet kapısından, bu sûre de rahmet kapısından bir mucize il e başlamış bulunur. Şu halde tercemede öğretti denilmeyip de ta`lim etti denilirse bu iki duruma da işaret edilmiş olur. Mamafih Alûsî der ki: "Konuşan bin münasebet de gösterse, yine bunun ilim öğretiminden ibaret olduğunu bilmek gerekir." Kur`ân`ın öğret i mi mânâsına gelince, âyette fiilinin yer alması, Kur`ân`a ilim izafe etmektedir. Bu, Kur`ân`ın yalnız lafızlarının değil, mânâsının da çok üstün bir tarzda ilim ifade ettiğini göstermektedir . Ancak bu, farklılık arzetmektedir. Bazan işaret ve remizlerd e n kevnî hadiselere vakıf olma derecesine kadar çıkar. İbnü Cesir ve İbnü Ebî Hâtim`in İbnü Mes`ud`dan yaptıkları rivayete göre, Kur`ân`da her şeye dair ilim indirilmiş ve her şey beyan edilmiş ise de bizim ilmimiz onun tamamını kavrayacak durumda değildir. İbnü Abbas da demiştir ki: "Devemin ipi kaybolsa her halde onu Allah`ın Kitabında bulurdum." Mûrsî de şöyle der: "Kur`ân, evvelkilerin ve sonrakilerin ilimlerini içine almaktadır." Öyle

    ki onun hakikatini ancak mütekellim olan (konuşan) Allah Teâlâ bilir. Sonra "Onun te`vilini (yorumunu) ancak Allah bilir..." (li İmran, 3/7) âyetince Allah Teâlâ`nın kendine tahsis ettiği bilgiler müstesnâ olmak üzere Resulullah, sonra da sahabilerin büyükleri, onlardan sonra da ilimde onlara varis olan Tâbiîn bilir." B i r kısım âlimler de öğretimi, mânâların tasavvur edilmesi için nefsi uyarmak şeklinde tarif etmişlerdir.

    Kıyametin yaklaşmasına karşı ilâhî rahmetten ortaya çıkan en büyük ve önemli nimetin Kur`ân öğretimi nimeti olduğu böylece ifade edildikten sonra, kime ve nasıl öğretildiği hususunu anlatmak için buyuruluyor ki:

    3. O Rahmân insanı yarattı. Bazı âlimler burada insanla kasdedilen dem, bazıları da Kur`ân`ın işaretiyle Muhammed Aleyhisselâtü ve`s-selâm`ın olduğunu söylemişlerse de, hepsini içine almak üzere insan cinsi olması daha doğru olabilir. Mamafih Kur`ân`ın öğretimine konu alan kâmil insanın kasdedilmiş olması da düşünülebilir. Yani Kur`ân`ı öğretmek üzere insanı yarattı.

    4. Ona beyanı öğretti, yani kendini, vicdan ve gönlünde meydana gelen duygu ve anlayışlarını, başkalarına açık ve güzel bir şekilde ifade etmek, maksadı anlatmak ve anlamak demek olan konuşma ve dil nimetini belletti ki, ilmin elde edilmesi ve Kur`ân öğretimi nimeti de bununla meydana gelir. Hz. dem yaratıldıkt a n sonra kendisine eşyanın isimlerinin öğretilmesi sayesinde meleklerin bilemediklerini bildi, onların ulaşamadıklarına ulaştı. Peygamberlerin nübüvvete nâil olmaları, Allah tarafından tebliğ yapabilmeleri, kitaplar getirmeleri, ümmetlerin onlardan istifad e edebilmeleri hep beyan ilmi, dil nimeti sayesinde olduğu gibi, Kur`ân`a ve Kur`ân`ın tefsir ve tercemesi nimetine ulaşmamız ve ondan faydalanma derecemiz dahi o nimetten aldığımız hisse oranındadır. Ebu`s-Suud der ki: "yette ifade edilen beyanı öğretmek t en murad, insanı sırf kendi beyanına gücü yeter kılmaktan ibaret değil, onunla başkasının beyanını anlamak mânâsını da ifade eder. Çünkü Kur`ân`ı öğretmek ancak onun üzerinde dönüp dolaşır." Bu cümleler, eşanlamlı haberlerdir. Sonrakilerin atıf harfi olma d an zikredilmeleri teker teker sayım üslubunda geldikleri içindir. Müsned-i ileyhin (mübtedânın) başta zikredilmesi de, kasr (tahsis) ifade eder.

    5. Bundan sonra beşer hayatının en fazla ilgilendiği nimetler güzel bir surette beyan edilerek secde ve şükretmeye davet için buyuruluyor ki: Güneş ve ay bir hisâb iledir, yani hesâb ile cereyan ederler. Binaenaleyh insanlar hesâbı iyi bellemeli ve bir hesâb gününün geleceğini bilip ona göre hesâba hazır olmalıdır.

    Hüsbân, "hâ"nın ötresiyle hisâb mânâsına ve hisâbın çoğulu hisâblar mânâsına gelir. Bir de değirmen taşının eksenine hüsbânü`r-rehâ denilir.

    6. Ve Necim, yani arzdan çıkıp da sapı olmayan bitki, çemen ve şecer, sapı olan bitki, ağaç secde ederler, Allah`ın iradesine tabii olarak boyun eğerler, kanunları karşısında elastikiyetle istediği konumu alırlar. O halde insanlar isteyerek Allah`ın emirlerine uyarak, nimetlerine şükretmek için secdeyi bilmelidirler.

    7. Hem semaya bak onu yükseltti. Bu terkib Nahiv`de tabiri ile ifade edi lir. Yani bir mef`ulün fiilini önce hazfedip sonra zamiriyle meşgul olarak tefsir etmektir. Şu halde kelâm, "Göğü yükseltti, onu yükseltti." takdirindedir. Bunun faydası, evvela mef`ule dikkatleri çekmek, sonra da fiilin bilindiğini beyan etmekle özel b ir şekilde bunu hatırlatmaktır. Semadan kasıt, bütün cisimleriyle üzerimizde yükselen yüce bir alemdir. Onun yükseltilmesi, yani yükseklik verilip yukarı kaldırılması da yüksek olarak yaratılması ve inşa edilmesidir. Yükseklikten maksat da, belli olan his s i ve sûrî yüksekliktir. Genel mecaz yoluyla hissi ve manevi yüksekliği içine alacak bir mânânın kasdedilmiş olması da caiz olabilir. Belli ki semanın böyle yüksekliği onu yükselten Rahmân`ın kudret ve rahmetinin yüksekliğini, böylece kendisinin daha yüce, yani cihet ve mekânın ötesinde bir ululukla yüksek olduğunu gösterir. Evet, O Rahmân öyle ulu, öyle yüksek, öyle secde ve saygıya müstahaktır ki, gerek maddî ve gerekse manevî tarafı ile yüksekliği görülüp duran o güzel semaya yüksekliği O verdi. Ve m i zanı koydu, yani o yüksekliklerin durabilmesi için aşağıya ve yukarıya çeşitli ve birden fazla ağırlıklar, varlıklar ve haklar arasında her şeyin kendi hakkına göre duruşu ve konumu demek olan denge kanununu, adalet kanununu koydu ki, bu kanun olmasaydı g öklerin ve yerin nizam ve intizamı olmazdı. Nitekim bir hadis-i şerifte "Göklerin ve yerin varlığını sürdürmesi adaletledir." buyurulmuştur.

    Mizan, "misâk" kelimesi gibi hem tartmak mânâsına masdar hem de tartı aleti, terazi, mânâsına ism-i âlet olabilir. Vezin, eşyanın diğerine nibsetle miktarı veya miktarının tanınmasıdır ki esasen bu kelime ağırlık için kullanılır. Ve bir mukayese ve eşitlikle yapılır. İşte bu mukayesenin yapıldığı alete de mizan denilir. Bu surette vezin, daima bir muâdele, yani bir denkleşme nisbetini ifade ettiğinden adalete ve adaletin ölçüsü olan şeriata da mizan denilmiştir. Onun için burada mizan, eşyanın gerek ağırlık itibarıyla ve gerek diğer hususlarda

    miktarlarının bilinmesine ölçü olarak herhangi bir alet mânâsına yorumlanabildiği gibi daha genel bir anlam ifade etmek üzere adalet mânâsında kullanıldığı ve şeriat olarak da tefsir edildiği olmuştur. Burada mizan kelimesi üç kere zikredilmiştir. Her ne kadar Zemahşerî bunun şiddetli bir tavsiye ve takviye için tekrar edil d iğini söylemiş ise de, marifet yönüyle zikir ve tekrar da ilk yaratıcının aynı olması şeklinde bir külli kaidenin olmadığı ve peşpeşe gelen üç fâsılanın (âyet sonunda yer alan kelimenin) aynı mânâda bir tekrardan ibaret olmasının uygun düşmeyeceği cihetle biz bunlardan herbirinin ayrı bir mânâya işaret ettiğine inanıyoruz. Öncelikle "Mizanı koydu." âyetinde yer alan mizan, semanın yüksekliği münasebetiyle ortaya çıkan bütün eşya arasındaki genel denge kanunudur ki: (pesenteur) yahut (gravitaion) denile n yer çekimi veya ağırlık kanunu bunun en açık görüntüsüdür. Bildiğimiz terazi, kantar ve çeki gibi tartı ölçeği olan bütün mizanların esası da budur. Eskiler bunun yalnız yeryüzünde kullanıldığını zannediyor idiyseler de, sema ve yerdeki bütün cisimler ha k kında geçerli genel bir kanun olduğu ve astronomi ilmi bakımından hususi bir önemi bulunduğu artık anlaşılmıştır. Bununla beraber genel denge kanunu yalnız cansız, duygusuz ve fizikî olan çekim kanununa hasredilmeyip kimyevî ve ruhî münasebetleri dahi içi n e almak üzere adalet kanunu adıyla daha kapsamlı olarak izah edildiği takdirde, faydasının daha fazla olacağı âşikârdır. Bu, her şeyi eşya arasında layık ve münasib olduğu yer ve mertebeye koyma demektir. Kâdi Beydâvî mizanı, her hazır olan şeye hak ettiğ i ni, her hak sahibine da hakkını vermek suretiyle âlemdeki işlerin düzeni ve doğru hareket etmesi diye tarif etmiştir. Böylece o, gerek yaratma ve gerek kanun koyma açısından adalet ve dengeden daha genel bir mânâ ifade etmiş olur. Şu halde ikinci mizan ke l imesi, mastar yahut şeriat, üçüncüsü de amel defteri olabilir. Mamafih başka türlü düşünmek de mümkündür.

    8. Evet, mizanı koydu ki tartıda haksızlık etmeyesiniz. Şeriat ve kanuna tecavüz edip de haddinizi aşmayasınız, tartısız iş yapmayasınız, yahut maddî ve manevî tartıda taşkınlık etmeyesiniz de Allah Teâlâ`nın emirlerine, hükümlerine itaat ve hukuka riayet edesiniz.

    9. Hem vezni: ister söz, ister fiil olsun her hususta tartma işini adaletle yapın, yani hem ayarsız tartı kullanmayın, hem de tartarken insaf ve adaletle dosdoğru tartın. Kendiniz için tartarken bir tarafı, başkası için tartarken de diğer tarafı ağır tutmayınız. Hepsinde terazinin dilini doğru tutunuz. Ve tartıyı aksatmayın, eksiltmeyin. Teraziyi kötü niyetli

    kullanmak suretiyle ahirette mizanınıza yazık etmeyesiniz diye O Rahmân, mizanı koydu ve göğe yükseklik verdi.

    10. Arzı da alta koydu, tevazulu (alçak gönüllü) kıldı, aşağıya serdi. Enâm için. Enâm, lugatta halk, yahut cin ve insan yahut yer yüzünde ki yaratıklar demektir. Yerin bu şekilde aşağıya konulması, üzerinde bulunan yaratıkların menfaati içindir.

    11. Şöyle ki: Onda bir çok meyva vardır. Mahlukatın özellikle insanların faydalanabilmesi için bir çok meyva vardır. Ve ekmamı olan hurma ağacı vardır. Ekmâm, kâfın kesriyle "kimm"in çoğuludur ki, meyvanın çiçeğinin üzerindeki kabcık, tomurcuk demektir. Yahut kâfın fethiyle "kemm"den çoğul olarak örtmek anlamını ifade etmesi sebebiyle, lifleri, dalları ve kabcıkları gibi üzerini örten şeyler demektir ki biris i nde gelecek için çoğalma ve faydalarına, diğerinde de kurutmasına işaret edilmiş demektir.

    12. Ve çimli daneler, buğday ve arpa gibi hububat ki, taze çim yaprakları içinde yetişir ve o yapraklar kuruduğu zaman saman olur ve bu suretle hem kendilerinden hem de yapraklarından istifade edilir. Hem de reyhan, ki koku alma organını temizler, sinirlere ve ruha neş`e ve canlılık verir. Reyhan, güzel kokulu ve gönül açıcı demek olup, bizim de reyhan dediğimiz nebat gibi koklanan güzel kokulu otların hepsi n e denir. Bununla beraber İbnü Abbas`tan reyhanın burada rızık mânâsına olduğu da nakledilmiş. Nitekim bir a`rabiye nereye gidiyorsun? diye sormuşlar o da: "Allah`ın reyhanından yani rızkından istiyorum." diye cevap vermiş. Rızkın insana rahatlık vermesi, yahut ekmek kokusunun özellikle acıkmış olanlara her kokudan daha güzel gelmesi, reyhan ile rızık arasındaki münasebeti ortaya koymaktadır. Buna göre maksat, Zemahşeri`nin de dediği gibi, dânenin çimli yapraklarına karşılık özü demek olur. Hamza, Kisâ`i v e Halef-i âşir kırâetlerinde nasb ile şeklinde okunması, ihtisas üzere fiilin hazfedilmesinden dolayıdır. "Taneyi yarattı." Takdir edenler olmuşsa da "Özellikle taneyi..."takdiri bizim zevkimize göre daha mülayimdir ki, bu durumda mânâsı, hele o ç imli daneler ve o hoş reyhan (koku) demektir.

    13. İmdi Rabbinizin nimetlerinin hangisini yalanlıyorsunuz? "Fâ" kendisinden sonra geleni önce geçene uygun olarak sıralamak içindir. lâ, Necm Sûresi`nde geçtiği üzere nimetler ve lütuflar demek olup m üfredi `dür.

    Nimeti yalanlamak, inkâr ile nankörlük etmektir. Nimetin nimet olmasını inkar veya nimeti verene nisbetini inkâr veya her ikisini inkâr mânâsını ifade eder. Mesela hem Kur`ân öğretiminin bir nimet olduğunu hem de bunun Allah`ın bir nimeti olduğunu inkâr ederler. Yaratılışın, lisanın, yer ve göğün, adalet ve mizanın nimet olduğunu inkâr edenler de bulunmaktadır. Meyvaların, yiyeceklerin ve koklanacakların nimet olduğunu inkâr etmeseler de özellikle Allah`a nisbetini açıkça veya işaretle i nkâr edenler de çoktur. Hitab, aşağıda açıklanacağı üzere ins ve cinne olduğu içindir ki, yaratıkların hepsi buna dahildir. Rab isminin açıklanması da, azarlama da şiddet ifade etmektedir. Yani ey o yaratıkların gizli ve âşikâr iki kısmını teşkil eden ins a nlar ve cinler! Şimdi siz bunları işittikten sonra Rabbiniz Rahmân Teâlâ`nın şu dinleyip gördüğünüz türlü nimetlerinden hangi birine yalan deyip de nankörlük edersiniz! Hiç böyle bir nimet sahibine nankörlük edilir mi? İbnü Ömer ve Câbir (r.a)`den rivay e t edilmiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.v) ashabına er-Rahmân Sûresi`ni okuduğunda onlar sükût ettiler. Buyurdu ki, niye ben cinnilerden, sizden işitmediğim güzel cevaplar işitiyorum? Cinlerin gecesinde ben bu sûreyi onlara okumuştum da âyetini her tekrar e ttiğimde "Hayır nimetlerinden hiçbir şeyi yalanlamayız, Ey Rabbimiz hamd sana." dediler. Bunun için Rahmân Sûresi okunurken dinleyenlerin her âyeti okundukça öyle söylemelerinin mendub olduğu nakledilmiştir.

    14. İnsanlar ve cinlerden her birinin özellikle kendi yaratılışlarıyla ilgili nimetin şükrünü yerine getirmemelerine karşı kınamaya mukaddime yapılmak üzere her birinin yaratılışlarının başlangıç ve esasını beyan ile buyuruluyor ki: (Allah) insanı fehhâr gibi bir salsalden yarattı. İbtidâ içindir. Salsal, tıngır tıngır ses veren kuru çamur demektir. Fehhâr, iyi pişkin saksı, yani fağfur (porselen) gibi çın çın ses verecek kadar kurumuş, hayattan o derece uzak kuru topraktır ki, insanın ilk çıkış yeri olan arz, güneşin sıcaklığı karşısında bu derece hayattan uzak iken Allah Teâlâ ondan tavırdan tavıra bir sülale (soy) seçerek insanı yarattı. (Bakara, Al-i İmran, Hicr, Mü`minûn Sûrelerine bkz.)

    15. Cânnı da yarattı. Cânn, nûn`un şeddelenmesiyle cin demektir. Mâlih ile milh gibi, ikisi d e vasıftır. Veya cin milh gibi cins ismi, cânn da, mâlih gibi sıfat ismidir. Yahut burada insandan murad, dem (a.s.) olduğuna göre cânndan murad da, cinnin babası demektir. Bazıları bunu Mücâhid`den İblis değil, cinnin babasıdır diye nakletmişlerdir. Biz i m kanaatimize göre başlangıç itibarıyla

    bütün insan cinsi salsalden yaratılmış olduğundan insandan kasıt, dem değil insan cinsi olduğu gibi, Cânn`dan kasıt da cin cinsidir. Aşağıda da "İnsan ve cin..." diye ikisi de cins olarak zikrolunacaktır. Hicir Sûresi`nde "Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık." (Hîcir, 15/27) buyurulduğuna göre, demek ki Allah Teâlâ, insanı yaratmadan önce cânn yahut cin denilen gizli mahlukları yaratmıştı. Bir mâriç ateşten, birinci ibtidâiyye, ikinci b e yaniyye olarak bir mâric ateşten demektir. Burada mâric iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Bazıları asıl mânâsı, ızdırap anlamını ifade eden merec`den, halis ateş ya da dumansız sâfi alev demek olduğunu söylemişler, bazıları da merec`in asıl mânâsının ihtilâ t (karışma) olması itibariyle, mâric`in muhtelit (karışık) dumanlı bir ateş olduğunu ifade etmişlerdir. Hicir Sûresi`nde geçen "nâri`s-semûm" tâbirine (Hicr, 15/27) muhtelif mânâsı daha uygun düşmektedir. Şu kadar var ki, muhtelit, yalnız duman karışık d e mek gibi ibtidâi bir mânâya olmayıp, "semûm" anlamına da uygun olmak üzere her şeye nüfuz edebilen ve karışan mânâsında ateşin hakikatini ifade etmiş olsa gerektir. Bundan başka mâric "merc"den müteaddi olarak haltedici yani karıştırıcı mânâsına da gelebi l ir ki bu da ateşin, yani hararetin eşya üzerindeki kimyevî bir özelliğini belirtmiş olur. Kısaca demek oluyor ki, insan yaratılmadan önce güneşte veya arzın başlangıç durumunda olduğu gibi çalkalanıp duran ızdıraplı ve çoşkun bir halde bulunan saf bir ate ş, veya elektrik halinde olduğu gibi her şeye karışabilen bir ateş veyahut eşyayı birbirine karıştırmak özelliği taşıyan bir ateşten, biz insanların gözüne âdet olduğu vechile görünmeyen gizli bir takım hayat kuvvetleri, hayati unsurlar yaratılmıştır ki, b unlara cânn ismi verilmektedir.

    16. Cânnı da yarattı. Cânn, nûn`un şeddelenmesiyle cin demektir. Mâlih ile milh gibi, ikisi de vasıftır. Veya cin milh gibi cins ismi, cânn da, mâlih gibi sıfat ismidir. Yahut burada insandan murad, dem (a.s.) olduğuna göre cânndan murad da, cinnin babası demektir. Bazıları bunu Mücâhid`den İblis değil, cinnin babasıdır diye nakletmişlerdir. Bizim kanaatimize göre başlangıç itibarıyla

    bütün insan cinsi salsalden yaratılmış olduğundan insandan kasıt, dem değil insan cinsi olduğu gibi, Cânn`dan kasıt da cin cinsidir. Aşağıda da "İnsan ve cin..." diye ikisi de cins olarak zikrolunacaktır. Hicir Sûresi`nde "Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık." (Hîcir, 15/27) buyurulduğuna göre, demek ki Allah Teâ l â, insanı yaratmadan önce cânn yahut cin denilen gizli mahlukları yaratmıştı. Bir mâriç ateşten, birinci ibtidâiyye, ikinci beyaniyye olarak bir mâric ateşten demektir. Burada mâric iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Bazıları asıl mânâsı, ızdırap an l amını ifade eden merec`den, halis ateş ya da dumansız sâfi alev demek olduğunu söylemişler, bazıları da merec`in asıl mânâsının ihtilât (karışma) olması itibariyle, mâric`in muhtelit (karışık) dumanlı bir ateş olduğunu ifade etmişlerdir. Hicir Sûresi`nde geçen "nâri`s-semûm" tâbirine (Hicr, 15/27) muhtelif mânâsı daha uygun düşmektedir. Şu kadar var ki, muhtelit, yalnız duman karışık demek gibi ibtidâi bir mânâya olmayıp, "semûm" anlamına da uygun olmak üzere her şeye nüfuz edebilen ve karışan mânâsında a teşin hakikatini ifade etmiş olsa gerektir. Bundan başka mâric "merc"den müteaddi olarak haltedici yani karıştırıcı mânâsına da gelebilir ki bu da ateşin, yani hararetin eşya üzerindeki kimyevî bir özelliğini belirtmiş olur. Kısaca demek oluyor ki, insan y aratılmadan önce güneşte veya arzın başlangıç durumunda olduğu gibi çalkalanıp duran ızdıraplı ve çoşkun bir halde bulunan saf bir ateş, veya elektrik halinde olduğu gibi her şeye karışabilen bir ateş veyahut eşyayı birbirine karıştırmak özelliği taşıyan b ir ateşten, biz insanların gözüne âdet olduğu vechile görünmeyen gizli bir takım hayat kuvvetleri, hayati unsurlar yaratılmıştır ki, bunlara cânn ismi verilmektedir.

    17. Hem iki doğunun Rabbi, hem iki batının Rabbidir O yaratıcı Rahmân, yani yalnız insan ve cinnin başlangıçtan yaratıcısı olmakla kalmayıp, bütün varlık yönlerinin hatta varlık ve yokluk nimetlerinin hepsinin sahibi ve bütün tekamül (gelişme) mertebelerinin Rabbidir. yette geçen iki doğu ve iki batı tabirlerinde de bir kaç mânâ va r dır. Birincisi, "Güneş ve ay bir hesap iledir." âyetinden anlaşılacağı gibi güneş ve ayın doğuları ve batıları demektir. İkincisi, yaz ve kış mevsimlerinde günlerin uzayıp kısalmasına göre olan doğular ve batılardır. Bu durumda gerçi hergün için ayrı b ir doğu ve batı varsa da, en son noktalarını zikretmekle aralarındakileri de içine aldığı anlaşılmaktadır. Nitekim "bütün doğu ve batı O`nun" denildiği vakit, bunlar arasında kalan bütün yönler de kasdedilmiş olmaktadır. Üçüncüsü, nev`i kasdedilerek gerek güneş ve gerek diğerlerinin doğusu demek

    olabilir ki, bununla bütün cisimlerin doğu ve batısına işaret edilmiş olur. Dördüncüsü arzın, kürevî olması nedeniyle her yarısına nazaran bir doğu ve batıya işaret edilmiş olur ki, bunda doğu kabul edilen bir nokta aynı zamanda batı ve batı kabul edilen nokta da aynı zamanda doğu olmuş olur. Beşincisi de, güneş ve ay gibi görünen ışıklarla, akıl ve şuur gibi görünmeyen ışıkların doğuş ve batış noktalarına işaret olabilir ki bunu, bir yönüyle üçüncü kısma dahil etme k de mümkündür. Bunlardan hangisi olursa olsun, asıl kasdedilen mânâ, Allah`ın var olan ve olmayan bütün nimetlerin sahibi ve yöneticisi olduğunu beyan etmektir. Görülüyor ki bu âyetler, hem nimeti hem kudreti hatırlatmaktadır. Nimeti tenbih, şükrü gerekti r ir, kudreti tenbih de, nankörlüğe karşı kınamayı takviye eder.

    18. Hem iki doğunun Rabbi, hem iki batının Rabbidir O yaratıcı Rahmân, yani yalnız insan ve cinnin başlangıçtan yaratıcısı olmakla kalmayıp, bütün varlık yönlerinin hatta varlık ve yokluk nimetlerinin hepsinin sahibi ve bütün tekamül (gelişme) mertebelerinin Rabbidir. yette geçen iki doğu ve iki batı tabirlerinde de bir kaç mânâ vardır. Birincisi, "Güneş ve ay bir hesap iledir." âyetinden anlaşılacağı gibi güneş ve ayın doğuları v e batıları demektir. İkincisi, yaz ve kış mevsimlerinde günlerin uzayıp kısalmasına göre olan doğular ve batılardır. Bu durumda gerçi hergün için ayrı bir doğu ve batı varsa da, en son noktalarını zikretmekle aralarındakileri de içine aldığı anlaşılmaktadır. Nitekim "bütün doğu ve batı O`nun" denildiği vakit, bunlar arasında kalan bütün yönler de kasdedilmiş olmaktadır. Üçüncüsü, nev`i kasdedilerek gerek güneş ve gerek diğerlerinin doğusu demek

    olabilir ki, bununla bütün cisimlerin doğu ve batısına işaret edilmiş olur. Dördüncüsü arzın, kürevî olması nedeniyle her yarısına nazaran bir doğu ve batıya işaret edilmiş olur ki, bunda doğu kabul edilen bir nokta aynı zamanda batı ve batı kabul edilen nokta da aynı zamanda doğu olmuş olur. Beşincisi de, güneş ve a y gibi görünen ışıklarla, akıl ve şuur gibi görünmeyen ışıkların doğuş ve batış noktalarına işaret olabilir ki bunu, bir yönüyle üçüncü kısma dahil etmek de mümkündür. Bunlardan hangisi olursa olsun, asıl kasdedilen mânâ, Allah`ın var olan ve olmayan bütün nimetlerin sahibi ve yöneticisi olduğunu beyan etmektir. Görülüyor ki bu âyetler, hem nimeti hem kudreti hatırlatmaktadır. Nimeti tenbih, şükrü gerektirir, kudreti tenbih de, nankörlüğe karşı kınamayı takviye eder.

    19. Evet iki denizi mercetti (sa lıverdi) . Burada merc müteaddidir . mânâsınadır ki, salıverdi demektir. Bu da esas itibariye karıştırmak mânâsına gelirse de, bu ayrı bir kullanmadır. Bu iki deniz hakkında misal olmak üzere çeşitli yorumlar yapılmıştır. Önce Furkan Sûresi`nde geçen "O, iki denizi birbirine salmıştır. Bu, tatlı ve susuzluğu giderici; şu tuzlu ve acıdır. Ve ikisinin arasına birbirine kavuşmalarına engel olan bir perde koymuştur."(Furkân, 25/53) âyetine mutabık olmak üzere biri tatlı diğeri acı iki derya denilmiş. Mesela Ş ap denizine Nil, Basra Körfezi`ne Dicle dökülmüş olduğu gibi, diplerindeki suların birbirlerine kavuşması ile beraber birden bire diğeri ile karışmaksızın bir hayli mesafeleri uzayıp giden büyük sularla temsil edilmiştir. Buradaki iltikâ (karşılaşma) fiil î olarak birbirine temas mânâsına gelmektedir. İltikâ, temas edecek şekilde yakınlık ve komşuluk olarak da yorumlanabilir. Bu, acı denizin altında veya yakınında yer alan su hazineleri şeklindeki düşünceye de uygun olabilir. İkincisi, her ikisinin suyu da a cı olmak üzere bir zamanlar Faris Denizi adı verilen Hint Okyanusu ile Rûm denizi denilen Akdeniz ile temsil edilmiştir ve aralarındaki engel Arabistan yarımadası veya karşılaşmak üzere bulundukarı Süveyş engelidir. Buna göre : "o iki deniz, birleşecek l erdir" mânâsına da yorumlanabilir ki, bu da Süveyş kanalının ileride açılacağını göstermektedir. "İkisinden de inci ve mercan çıkar." (Rahmân, 55/22) âyeti de, bu ikinci mânâya daha yakın bir anlam ifade etmektedir. Zira tatlı sudan inci ve mercan çıkm a sı, biraz te`vile dayalıdır. Üçüncüsü, gök denizi ve arz denizi denilmiştir ki denizlerle, bulutlar veya daha geniş bir mânâ kasdedilmiş olabilir. Dördüncüsü, yeri etrafından kuşatan dış denizle yerin kıtaları arasındaki iç deniz ki, bu iki deniz birbirin e kavuşurlar. Yer, aralarında bir engel halinde kalır, böylece taşıp da o yeri istilâ edemezler.

    Beşincisi, "maşrikayn ve mağribeyn" (iki doğu ve iki batı)de geçtiği üzere acı, tatlı, iç dış, semavî ve arzî hatta hakikat ve mecaz her iki nev`iyle deniz de demek olabilir ki en genel anlamı budur. Bu suretle işarî mânâ olarak cismanî (maddi) âlem ile ruhanî (manevî) âlem anlamı da bulunabilir ki aralarında mevcut olan berzah da, hayal ve gölge alemi olmuş olur. Kavuşurlar. Bu cümle ya istinâfiyye (başlan g ıç) ya da hal cümlesidir. Mânâsı, kavuşurlar yahut karşılaşırlar. Veyahutta öyle bir halde salmıştır ki, kavuşacaklardır veya kavuşuyorlardır.

    20. Fakat "aralarında bir berzah vardır." Berzah, esasen iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır demektir. Coğrafya ıstılahında bilindiği gibi iki deniz arasında bulunan karaya denir. Berzah, burada ya bu anlamı ifade etmektedir, ya da kudretten herhangi bir sınır mânâsınadır. Aralarında bir berzah bulunduğundan dolayı o iki deniz birbirine geçmezler. O berzahı, o haddi aşıp da diğerinin yerini işgal edecek, özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm ve tecavüz yapmazlar, yapmaya meydan bulmazlar

    21. Fakat "aralarında bir berzah vardır." Berzah, esasen iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır demektir. Coğrafya ıstılahında bilindiği gibi iki deniz arasında bulunan karaya denir. Berzah, burada ya bu anlamı ifade etmektedir, ya da kudretten herhangi bir sınır mânâsınadır. Aralarında bir berzah bulunduğundan dolayı o iki deniz birbirine geç m ezler. O berzahı, o haddi aşıp da diğerinin yerini işgal edecek, özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm ve tecavüz yapmazlar, yapmaya meydan bulmazlar

    22. inci, özellikle iri inci ve mercan. Lisanımızda da mercanın kırmızısı meşhurdur. Bilindiği gibi inci ile mercan, hem süs eşyası olarak kullanılır hem de ticaret nimetlerindendir.

    23. inci, özellikle iri inci ve mercan. Lisanımızda da mercanın kırmızısı meşhurdur. Bilindiği gibi inci ile mercan, hem süs eşyası olarak kullanılır hem de ticaret nimetlerindendir.

    24. O denizde inşa edilmiş akıp gidenler O`nundur. Cevârî, akıcı mânâsına câriyenin çoğuludur ki gemiler demektir.

    Münşeât, iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birincisi, bilindiği üzere inşa edilmişler demektir ki, gemilerin inşasının ehemmiyetini ve bunun Allah`ın bir nimeti olduğunu gösterir. İnsanlar tarafından inşa edilmiş olması, "Oysa sizi de, yaptığınız (bu şeyler)ı da Allah yaratmıştır." (Saffât, 37/96) âyetine göre onların, Allah`a ait olmasına mani değildir. İkincisi yelkenleri açılmış mânâsına da tefsir edilmiştir. Çünkü inşa, yükseltmek, yukarı kaldırmak mânâsına geldiği için, münşeât, yükseltilmiş demektir. Gemiler hakkında kullanıldığında bu vasıf, yelken açmış veya bayrak açmış anlamını ifade eder. Şu teşbih de, buna da bir işaret vardır. Alemler gibi, yani dağlar gibi burada alem, dağ mânâsına olmakla beraber, bayrak ve alâmet mânâsına da gelebilir. Evet, inşa edilip de denizde akıp giden, o inci ve mercan gibi nice faydalı şeyleri taşıyan o dağlar g ibi gemiler de Allah`ın nimetlerindendir. Mamafih "cevâri`l- münşeât" vasfı, gök deryasında yüzüp duran bütün gök cisimlerinin Allah Teâlâ`nın kudret delillerinden olarak denizde yüzüp giden gemiler gibi akıp gittiklerini de ifade etmeye müsaittir. Bu dur u mda gelecek âyete de bir girizgâh (maksadı beyan için uygun söz) olmuş olur. Şöyle ki:

    Meâl-i Şerif

    26. Yer üzerinde bulunan her şey fânidir.

    27. Yalnız celâl ve ikram sahibi Rabbinin yüzü (zâtı) baki kalacaktır.

    28. Şimdi Rabbinizin h angi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    29. Göklerde ve yerde bulunanlar, O`ndan isterler. O, her gün yeni bir iştedir.

    30. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    31. Ey insan ve cin! sizin de hesabınızı ele alacağız.

    32. Şimdi R abbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    33. Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ama Allah`ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz.

    34. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyo rsunuz?

    35. Üzerinize ateşten alev ve duman gönderilir, kendinizi savunamazsınız.

    36. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz

    37. Gök yarılıp da, erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül olduğu zaman...

    38. Şimdi Rabbinizin hangi n imetlerini yalanlıyorsunuz?

    39. İşte o gün, ne insana ne de cinne günahından sorulmaz.

    40. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    41. Suçlular simalarından tanınır, alınlarından ve ayaklarından tutulur.

    42. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    43. İşte bu, suçluların yalanladığı cehennemdir.

    44. Onunla kaynar su arasında dolaşırlar.

    45. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    25. O denizde inşa edilmiş akıp gidenler O`nundur. Cevârî, akıcı mânâsına câriyenin çoğuludur ki gemiler demektir.

    Münşeât, iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birincisi, bilindiği üzere inşa edilmişler demektir ki, gemilerin inşasının ehemmiyetini ve bunun Allah`ın bir nimeti olduğunu gösterir. İnsanlar tarafından inşa edilmiş olması, "Oysa sizi de, yaptığınız (bu şeyler)ı da Allah yaratmıştır." (Saffât, 37/96) âyetine göre onların, Allah`a ait olmasına mani değildir. İkincisi yelkenleri açılmış mânâsına da tefsir edilmiştir. Çünkü inşa, yükseltm e k, yukarı kaldırmak mânâsına geldiği için, münşeât, yükseltilmiş demektir. Gemiler hakkında kullanıldığında bu vasıf, yelken açmış veya bayrak açmış anlamını ifade eder. Şu teşbih de, buna da bir işaret vardır. Alemler gibi, yani dağlar gibi burada alem, dağ mânâsına olmakla beraber, bayrak ve alâmet mânâsına da gelebilir. Evet, inşa edilip de denizde akıp giden, o inci ve mercan gibi nice faydalı şeyleri taşıyan o dağlar gibi gemiler de Allah`ın nimetlerindendir. Mamafih "cevâri`l- münşeât" vasfı, g ö k deryasında yüzüp duran bütün gök cisimlerinin Allah Teâlâ`nın kudret delillerinden olarak denizde yüzüp giden gemiler gibi akıp gittiklerini de ifade etmeye müsaittir. Bu durumda gelecek âyete de bir girizgâh (maksadı beyan için uygun söz) olmuş olur. Şö yle ki:

    Meâl-i Şerif

    26. Yer üzerinde bulunan her şey fânidir.

    27. Yalnız celâl ve ikram sahibi Rabbinin yüzü (zâtı) baki kalacaktır.

    28. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    29. Göklerde ve yerde bulunanlar, O`ndan isterler. O, her gün yeni bir iştedir.

    30. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    31. Ey insan ve cin! sizin de hesabınızı ele alacağız.

    32. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    33. Ey cin ve insan toplulukl arı! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ama Allah`ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz.

    34. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    35. Üzerinize ateşten alev ve duman gönderilir, kendinizi savunama zsınız.

    36. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz

    37. Gök yarılıp da, erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül olduğu zaman...

    38. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    39. İşte o gün, ne insana ne de cinne günahınd an sorulmaz.

    40. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    41. Suçlular simalarından tanınır, alınlarından ve ayaklarından tutulur.

    42. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    43. İşte bu, suçluların yalanladığı ce hennemdir.

    44. Onunla kaynar su arasında dolaşırlar.

    45. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    26. "Yer üzerinde bulunan herşey fanîdir." Buradaki zamiri, "cevâri" dolayısıyla yahut doğrudan doğruya yukarıdaki (10. âyete) arza râcidir. Yani o arz üzerinde bulunan her kim olursa olsun hepsi yok olucudur. Gerek o gemilerdekiler, gerek diğerleri hepsi de su üzerindeki o yüzen gemiler gibi akıp akıp yokluğa gidecekler ve öleceklerdir.

    27. Ey muhatab! Rabbinin yüzü ise bâki kalır O celâl ve ikram sahibi,

    deki vechin, "O`nun zâtından başka her şey helak olacaktır.." (Kasas, 29/88) âyetinde olduğu gibi Allah`ın zâtı mânâsına olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü zül-Celâl ve`l-ikrâm sıfatı "zû" diye merfu (ötreli) olarak "vech" kelimesine sıfat yapılmıştır. Eğer öyle olmasaydı sûrenin sonunda geleceği şekilde "zi`l-celâli ve`l-ikram" diye cer (esre) ile Rabba sıfat yapılması gerekirdi. Bununla beraber başka mânâlar da verilmiştir. Kâdî Beydâvî vechi, zât ile tefsir ettik t en sonra şöyle demiştir: "Varlıkların cihet (sebeb) ve vecih (zât)lerini araştırmış olsan hepsini fâni bulursun, ancak vechullah yani Allah`ın yüzü müstesnâ ki bu, "O`nun cihetine (tarafına) yönelen yüz", yahut cihetine O`nun sahip olduğu yüz demektir." Hâşiyesinde Şihâb bunu şöyle izah etmiştir: "Bu, başka bir tefsir şeklidir. Burada vech, zattan mecazdır. Organ mânâsına değil, belki kasdedilecek ve kendisine yönelinecek cihet (taraf-yön) mânâsınadır." Üstadımız Makdisi (k.s.) de der ki: "Hadd-i zatınd a yok olanda asıl, kendi zâtı itibariyle bulunduğu hal üzere kalması, yani yok olmasıdır. Ancak Allah`ın sahip olduğu cihet, yani lütfuyla yakınlık gösterip kendi katından o şeyi feyizlendirdiği cihet müstesnâdır. Şu halde mânâ şudur: Hakk`ın dışındaki her şey fânidir. Yani aslında yok olmayı kabul etmektedir. Allah ona nazarı ve varlık elbisesini feyziyle giydirmeseydi, onun için varlık şerefi mümkün olmazdı. Bulunduğu hal üzere kalır, ortaya çıkmamış olurdu. Demek ki Hakk`ın ona nazarından sonra ancak var l ık alemine geçmiş aslında Hakk`ın kendine nazarı ile kendisi için sabit olan yokluk üzere kalmamıştır. Şu halde bazı tefsirlerde olduğu gibi vech ile amel-i sâlih kasdedilmiş de olabilir. kavlinin mânâsı da şudur: Onunla Allah`a yaklaşılır ve yönelmeyi bize emrettiği cihet kasdedilir. O yokluk meydanında iken kul, onu emre uyarak işleyince Allah o kula mükafatını verinceye kadar onu, kul için dâim kılar. Diyebilirsiniz ki: O, kabul ile yokluğu kabul etmez oldu, çünkü ceza, onun yerine geçmiştir, O ise, b âkidir. limlerimizden bazıları da şöyle dedi: "O yok olmamakla vasıflanan vech (yüz) Allah Teâlâ`nın varlıklara kayyumiyetidir (özdenliğidir). Ve o, Hak Teâlâ`nın zâtında yokluğu kabul etmeyen bir sıfatıdır. Biz vech sıfatına Allah Teâlâ`nın haber verdiği şekilde iman ederiz. Selef mezhebinin yolundan giderek "vech", "yed" gibi sıfatları ispat eder, keyfiyeti yahut te`vili ile uğraşmayız, dediğimiz takdirde de bu sıfatı, esasında yokluğu kabul etmez şeklinde tavsif etmiş oluruz ki, bu da, sahihtir. Bazı â rifler de demişler ki, Muhakkikler (hakikatı araştıran âlimler)i, Allah Teâlâ`dan başkasına şehadet etmekten

    yüz çevirdiler. Çünkü Allah, onları varlık delilleri ve daimi bir bilgi ile donatmıştır. İbnü Ata demiştir ki; varlık hep karanlıktır. Varlığı, ancak Hak Teâlâ`nın onda görünmesi nurlandırmaktadır. Binaenaleyh her kim varlığı görür de onda veya onun yanında veya ondan önce ya da sonra ona şehadet etmezse, o nurlardan yoksun kalmış, kendisinden bilgi güneşleri, bulutlarla gizlenmiş olur. Kısacası All a h`ın yüzü, eşyanın veya insanların Allah`a bakan yüzü, yani kendi zâtlarına nazaran değil de Allah`ın rubûbiyyetinden (Rab sıfatından) ve yansımasındaki feyzinden istifade etmeleri sebebiyle ona nisbet edilmeleri, ilimdeki eşyanın sabit olan sûret ve haki k atleri ile gelecek kader görüntüsü gibi bir mânâ ile de düşünülebilirse de, burada vechin, zü`l-celâl ve`l-ikrâm sıfatı ile vasıflanması, bütün bu düşüncelerin hepsine mânidir. Bununla ancak Allah Teâlâ`nın zât-ı kibriyâsı vasıflanabilir. O halde "Rabb i nin yüzü." "Rabbinin zatı." demek olunca "Rabbin kalır." denilmekle yetinilmeyip de zatın vech ile ifade edilmesinin nüktesi ne olabilir? diye bir soru hatıra gelebilir. Bunun nüktesi, zâtın yalnız gizli ve mücerred zât olarak değil, sıfat ve rubûbiyy e tinin görünmesi ve yansıması itibariyle dahi bâki oluşunu göstermektedir. Bunu kayyumiyet (ebedilik) sıfatı ile ifade edenler de bu nükteyi anlatmak istemişlerdir. Özellikle şu iki sıfatla vasıflandırmak da bunu te`yid etmektedir. Yani Rabbinin bâki kalac a k olan yüzü, şu iki sıfatla vasıflanmaktadır. Ki hem celâl hem ikram sahibi. Karşısında hiçbir şey kendi kendine tutunamayacak, azamet ve celâli ile her şeyi kahr ve yok edebilecek derecede büyüklük ve mutlak ihtiyaçsızlık sahibi, hem de yok olan ve yok olacaklara hayat vererek bağış ve ihsanına nâil kılacak tam bir lütuf sahibidir. Burada zikri geçen Celâl ve ikram, gelecek âyetlerle açıklanacaktır. Rağıb el-İsfahânî der ki: "Bu zü`l-Celâl ve`l-ikram sıfatı Allah`a mahsus olan ve ondan başkası için ku l lanılmayan sıfatlardandır. Binaenaleyh Allah Teâlâ`nın en hususî vasıflarındandır." Tirmizî`nin Enes`ten, Ahmed b. Hanbel`in Rebia b. mir`den merfu olarak rivayet ettikleri şu hadis de buna işaret etmektedir. "Yâ ze`l-Celâli ve`l-İkram"a devam edin, du a larınızda onları çok söyleyin." demektir. Yine Tirmizî, Ebu Dâvud ve Nesâî Enes`ten rivayet etmişlerdir ki söz konusu sahabî Peygamber (s.a.v)`le beraber bulunuyordu, bir adam da namaz kılıyordu. Sonra dua etti de şöyle dedi: "Ey Allah`ım senden i stiyorum, hamd sanadır, senden başka ilâh yoktur, sen ihsanı bol olan, semavatı ve

    arzı yaratan, celâl ve ikram sahibisin. Ey hayy ve kayyum olan Allah`ım." Bunun üzerine Hz. Peygamber buyurdu ki biliyormusunuz bu zât ne ile dua etti? Onlar da Allah ve Res ulu en iyisini bilir dediler. Resulullah buyurdu ki: "Nefsimi kudret elinde tutan Allah`a yemin ederim ki O, Allah`a en büyük ismiyle dua etti. O, ism-i azam (en büyük isim) ki onunla çağrıldığı zaman cevap verir, ve onunla istenildiği vakit ihsanda bulun ur."

    28. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız? Yani sizler fâni olduğunuz halde, sizin yok olmanızdan sonra bile ikramı devam eden Rabbinizin hangi nimetlerine nankörlük edersiniz?" Buradaki "Fa" evvelki âyetin mânâsıyla ilgilidir. Çünkü fenâ, bekânın, ebedi hayatın sürekli nimet ile sevabın bir kapısı olmuş oluyor. Teybî demiştir ki, "Geçen âyetten murad, mânâsının içeriğidir. Zira o, bir ceza ve mükafat vaktinin geleceğinden kinayedir. Onun için bilhassa celâl ve ikram zikredilmiştir. Bu sıfatlar ceza ve sevaba delalet ederler. Cezayı hatırlatmakdan maksat da, günahı, gerektiren fiillerden kulları sakındırmaktır. Bu gibi sakındırmalar ise, ayrıca bir nimettir. İşte "Hangi nimet?" hitabı, bu nimetlere teşvik içindir." Bunu şöyle de anlayabiliriz, Allah`ın celâlinde de nimet, ikramında da nimet vardır. Yahut şöyle diyebiliriz; Allah`ın celâlinden nasıl korkmaz, ikramına nasıl talib olmaz da nimetlerine nankörlük edersiniz?

    29. O celâl ve ikramı izah konusunda cümle-i istinâfiyye (başlangıç cümlesi) veya hâliyye (hâl cümlesi) ile buyuruluyor ki: Göklerde ve yerde olan her kes O`ndan ister, gerek sonradan meydana gelmeleri ve gerekse aynı hal üzere kalmaları ve diğer halleri itibariyle muhtaç oldukları her dileği ondan isterler. Gere k davranışla ve gerek sözle olsun daima ondan ister dururlar. Çünkü kendi kendilerine ve mümkün olan hakikatlerine nazaran var olmaya asla hakları yoktur. Bu yüzden her an O`ndan isterler.

    O hergün bir iştedir. Ya celâle veya ikrama bağlı bir iştedir ki, onlara istediklerini vermek de bu cümledendir. Zira Hak Teâlâ üstün hikmetlerine dayalı dileği gereğince her an nicelerini yok eder ve nicelerini var eder, nicelerini de zengin kılar, bazı halleri giderir, bazılarını getirir. İbnü Mâce, İbnü Hibb â n ve daha bazı hadis âlimleri, Ebu`d-Derdâ (r.a.)`dan rivayet etmişlerdir ki, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Günahları affetmek, sıkıntıları gidermek ve birtakım insanları yükseltip, bir takımlarını alçaltmak da

    O`nun şânındandır". Bezzâr`ın rivayetinde dualara icabet (kabul) etmek ziyadesi de vardır. cümlesi, iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birisi gün, mutlak vakit mânâsına olarak her saat, her an diye açıklanmıştır. Bir de İbnü Uyeyne ve Hasan-ı Basri`den nakledildiği üzere Allah Teâlâ`ya g öre zaman iki günden ibarettir. Birisi dünya birisi ahirettir. Her birine göre de Allah`ın bir şe`ni (işi) vardır. Dünyadaki işi, emir ve nehiy, ahiretteki işi de, hesâb ve cezadır.

    30. O celâl ve ikramı izah konusunda cümle-i istinâfiyye (başlangıç cümlesi) veya hâliyye (hâl cümlesi) ile buyuruluyor ki: Göklerde ve yerde olan her kes O`ndan ister, gerek sonradan meydana gelmeleri ve gerekse aynı hal üzere kalmaları ve diğer halleri itibariyle muhtaç oldukları her dileği ondan isterler. Gerek davranışla ve gerek sözle olsun daima ondan ister dururlar. Çünkü kendi kendilerine ve mümkün olan hakikatlerine nazaran var olmaya asla hakları yoktur. Bu yüzden her an O`ndan isterler.

    O hergün bir iştedir. Ya celâle veya ikrama bağlı bir iştedir ki, onlara istediklerini vermek de bu cümledendir. Zira Hak Teâlâ üstün hikmetlerine dayalı dileği gereğince her an nicelerini yok eder ve nicelerini var eder, nicelerini de zengin kılar, bazı halleri giderir, bazılarını getirir. İbnü Mâce, İbnü Hibbân ve daha b azı hadis âlimleri, Ebu`d-Derdâ (r.a.)`dan rivayet etmişlerdir ki, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Günahları affetmek, sıkıntıları gidermek ve birtakım insanları yükseltip, bir takımlarını alçaltmak da

    O`nun şânındandır". Bezzâr`ın rivayetinde dualara icabet (kabul) etmek ziyadesi de vardır. cümlesi, iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birisi gün, mutlak vakit mânâsına olarak her saat, her an diye açıklanmıştır. Bir de İbnü Uyeyne ve Hasan-ı Basri`den nakledildiği üzere Allah Teâlâ`ya göre zaman i ki günden ibarettir. Birisi dünya birisi ahirettir. Her birine göre de Allah`ın bir şe`ni (işi) vardır. Dünyadaki işi, emir ve nehiy, ahiretteki işi de, hesâb ve cezadır.

    31. Nitekim ahiretteki işi beyan için buyuruluyor ki sizin için boş kalacağız.

    Ferağ, lugatta boşalmak demektir. Buna göre bir meşguliyetten boşalmak sonradan bir meşguliyeti gerektirir. Halbuki Allah Teâlâ`yı hiç bir iş, diğer işten alıkoyamayacağı için burada özellikle ahiret işleri olan hesap ve cezayı ifade etmek üzere bu suretle bir istiâre veya kinaye yapılmıştır. Yani bugünkü dünya işleri geçecek, bu dünya hayatı ve nimetleri yok olacak, bu mühletler, hoşgörüler tükenecek, yarın Allah`a dönüşle mücerred sorumluluk hesap ve ceza için huzura geleceksiniz de sırf sizin işinize bakılacak, sizin sorumluluğunuzun gereği yapılacaktır.

    32. Nitekim ahiretteki işi beyan için buyuruluyor ki sizin için boş kalacağız.

    Ferağ, lugatta boşalmak demektir. Buna göre bir meşguliyetten boşalmak sonradan bir meşguliyeti gerektirir. Halbuki Allah Teâlâ`yı hiç bir iş, diğer işten alıkoyamayacağı için burada özellikle ahiret işleri olan hesap ve cezayı ifade etmek üzere bu suretle bir istiâre veya kinaye yapılmıştır. Yani bugünkü dünya işleri geçecek, bu dünya hayatı ve nimetleri yok ola c ak, bu mühletler, hoşgörüler tükenecek, yarın Allah`a dönüşle mücerred sorumluluk hesap ve ceza için huzura geleceksiniz de sırf sizin işinize bakılacak, sizin sorumluluğunuzun gereği yapılacaktır.

    33. Ey sekelân. Sekalân yahut sekaleyn iki sekal; b undan sonraki âyette de açıklanacağı üzere insan ve cinnin bir adıdır. Sekal, yük ve ağırlık demektir. İsimlendirme şekli anlatılırken deniliyor ki: Arz bir yüklü hayvana insan ve cin de ona yükletilmiş iki ağır yüke benzetilerek bu isim verilmiştir. Buna göre yer yüzünde insan ve cinden başka mahlukat, ilave kabilinden demek olur ki, iki denk (yük) arasına konulan fazlaya veya takılan takıya ilave denilir. İnsan ve cin yeryüzünde gizli ve açık hayatî kuvvetler olması itibarıyla onun esaslı ağırlığı gibi d ü şünülmüş demek olur. Bir de yer üzerinde ağırlıkları veya görüşlerinin ağırlıkları, itibar ve şöhretlerinin önemi ve büyüklüğü hasebiyle o ismi aldıkları söylenmiştir. Bundan başka sorumlulukla kendilerine ağırlık verilmiş olduğu için bu ismi almış olabi l irler. Ayrıca günah ile ağırlaşmasından dolayı bu ismin verildiği nakledilmektedir. Bir hadisde "Ben sizin içinizde iki ağırlık bıraktım, biri Allah`ın kitabı, biri de ıtretim (zürriyetim)." buyurulmuş ve bunda sakalân tabiri kitabullah gibi itibar ve ş öhreti büyük olan manevî ağırlıklar hakkında kullanılmış bulunduğuna göre bu mânâ, üçüncü hususa uygun olabilir. Yani insan ve cinne

    maddî taraflarından ziyade manevî şerefleri itibarıyla sakalân isminin verilmiş olması tercihe şâyan görünmektedir.

    34. Yani yarın böyle hesâb gelip çatacakken gerek bugün içinde bulunduğunuz hayat nimetlerine ve gerek yarının ceza ve mükafatına nasıl nankörlük edersiniz? Yahut bu uyarı ve haberle nankörlükten sakındırmak dahi o nimetlerden birisi iken nasıl olur da bugü n nankörlük edip yarının o yüksek nimetlerinden mahrum kalır ve kendinizi büyük tehlikelere sürüklersiniz? Bu suretle bir ceza gününün geleceği anlatıldıktan sonra Allah Teâlâ`nın hüküm ve saltanatından çıkıp kaçmanın imkan ve ihtimali bulunmadığı ve binae n aleyh yok olmakla hesâb ve cezadan kurtuluşa çare bulunamayacağını anlatmak için buyuruluyor ki ey cin ve insan topluluğu, bununla sekalân da tefsir edilmiş oluyor. Yani ey cin ve ins cemaati O semavât ve arzın aktarından, göklerin ve yerin hudud ve uzaklıklarından çıkıp gitmeğe gücünüz yeterse, yani Allah Teâlâ`nın mülkünden, hüküm ve saltanatı altından kaçabilirseniz haydi çıkıp gidin, mümkünse kendinizi kurtarın. Bu emir onları aciz bırakmak içindir. Fakat çıkamazsınız bir sultan olm a dıkça, yani bütün o göklerin ve yerin kuvvetlerini mağlup edecek başka bir kuvvet ve saltanat olmadıkça çıkamazsınız. Zaten öyle bir kuvvetiniz de yoktur. Cin ve insan, kendilerine sekalân ismi verilecek kadar itibar ve şöhrete sahip olmakla beraber, bütün şu yer ve gök kuvvetlerinin üstüne çıkacak derecede bir kuvvet ve saltanatı elde etmiş değillerdir. Onun için çıkamazsınız. Daha doğrusu Allah Teâlâ tarafından bahşedilecek bir kuvvet veya bir emir olmadıkça çıkamazsınız, kaçamazsınız, denilmektedir.

    Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilir ve inkâr edebilirsiniz? Yani her nereden bakılsa onun hüküm ve saltanatının hududundan çıkmak imkanı olmadığı halde ona karşı nasıl küfür ve nankörlük etmeğe cesaret edersiniz? Ancak çıkmağa kalkışıldığı takdirde ne olur? Denilirse, bunun cevabı şöyle verilir.

    35. Üstünüze ateşten yalın bir alev salınır. Ve bir bakır, yani erimiş bakır, yahut bakır gibi kızıl bir duman, veya zehirli bir duman ki hem yakar hem boğar "da her ne yapsanız bundan kurtulamazsınız." Kendinizi savunamaz ve kaçıp gidemezsiniz, yakalanır ve yakılırsınız. Ebû Hayyan "Bahr" de der ki: "Bu ifadeden maksat, cin ve insanın acizliğini göstermektir." Yani kaçamayacaklarını beyan etmektir. Lakin dikkat edilmesi gereken bir husus şudur ki, bu tehdit tarzı zamanımızdaki

    topların, uçak bombalarının ateşlerini andırır şekilde bir tasvir fikri vermektedir. İbnü Ebî Şeybe`nin bu âyetle ilgili olarak Dahhak`tan yaptığı bir rivayete göre: Bu, dünyada da vuku bulacak, batı tarafından bir ateş çıkacak insanları hatta maymunları bir araya toplayacak, domuzlar da onların yattıkları yerde yatacak, uyudukları yerde uyuyacaklardır. Buralarda hitabın gerektirdiği tehdit bir lütuf ifade eder. Çünkü, itaat edenle isyan edeni ayırmak ve kâfi r lerden intikam almak da bir nimettir. Mamafih bu görüşleri takdir etmek suretiyle hal cümlesi olarak yukardaki âyete bağlamak da mümkündür. Yani onlara böyle söylenerek ateş salınır.

    36. Üstünüze ateşten yalın bir alev salınır. Ve bir bakır, yani erimiş bakır, yahut bakır gibi kızıl bir duman, veya zehirli bir duman ki hem yakar hem boğar "da her ne yapsanız bundan kurtulamazsınız." Kendinizi savunamaz ve kaçıp gidemezsiniz, yakalanır ve yakılırsınız. Ebû Hayyan "Bahr" de der ki: "Bu ifadeden maks a t, cin ve insanın acizliğini göstermektir." Yani kaçamayacaklarını beyan etmektir. Lakin dikkat edilmesi gereken bir husus şudur ki, bu tehdit tarzı zamanımızdaki

    topların, uçak bombalarının ateşlerini andırır şekilde bir tasvir fikri vermektedir. İbnü Ebî Şeybe`nin bu âyetle ilgili olarak Dahhak`tan yaptığı bir rivayete göre: Bu, dünyada da vuku bulacak, batı tarafından bir ateş çıkacak insanları hatta maymunları bir araya toplayacak, domuzlar da onların yattıkları yerde yatacak, uyudukları yerde uyuyacak l ardır. Buralarda hitabın gerektirdiği tehdit bir lütuf ifade eder. Çünkü, itaat edenle isyan edeni ayırmak ve kâfirlerden intikam almak da bir nimettir. Mamafih bu görüşleri takdir etmek suretiyle hal cümlesi olarak yukardaki âyete bağlamak da mümkündür. Yani onlara böyle söylenerek ateş salınır.

    37. Sonra da gök bir yarıldı mı yani kıyamet kopmaya başlayıp gök dürülmek üzere çatladığı çatlayıp da bir gül olduğu, kıpkırmızı bir gül gibi kızarmış bir halde yağ gibi eridiği zaman.. şartiyyedir, cevabı mahzuftur. Yani şimdi tafsilatını anlayamayacağınız, beyana sığmaz ne dehşetler, ne inkılablar olacaktır.

    38. Böyle iken şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Zira o, korkunç dehşetli inkılâb günlerini haber vererek kurtuluşa götürmek ve terbiye için hatırlatmada bulunmak dahi ilâhî lütuflardandır. Yahut o günler, o yalanlayanların cezasını vermek için böyle hitabı ceza ile azarlayarak gelecektir.

    39. İşte o gün gök yarılıp olacaklar olduğu gün ne insan ne de cin günahından sorulmaz. Yani suçlu olup olmadığının anlaşılması için şuradan buradan sorularak araştırılmaya ihtiyaç yoktur. Günahlı ile günahsız karıştırılmaz. Çünkü hepsi tesbit edilmiştir. Şimdi açıklanacağı gibi suçlular, yüzlerinden tanınırlar. Deme k ki hesâb ve sorumluluk yok değil, Lakin o gün suçlunun şahsını tanımak için soru sorulmaz.

    40. İşte o gün gök yarılıp olacaklar olduğu gün ne insan ne de cin günahından sorulmaz. Yani suçlu olup olmadığının anlaşılması için şuradan buradan sorularak araştırılmaya ihtiyaç yoktur. Günahlı ile günahsız karıştırılmaz. Çünkü hepsi tesbit edilmiştir. Şimdi açıklanacağı gibi suçlular, yüzlerinden tanınırlar. Demek ki hesâb ve sorumluluk yok değil, Lakin o gün suçlunun şahsını tanımak için soru sorulma z.

    41. İşte o gün gök yarılıp olacaklar olduğu gün ne insan ne de cin günahından sorulmaz. Yani suçlu olup olmadığının anlaşılması için şuradan buradan sorularak araştırılmaya ihtiyaç yoktur. Günahlı ile günahsız karıştırılmaz. Çünkü hepsi tesbit edilmiştir. Şimdi açıklanacağı gibi suçlular, yüzlerinden tanınırlar. Demek ki hesâb ve sorumluluk yok değil, Lakin o gün suçlunun şahsını tanımak için soru sorulmaz.

    42. Buralarda hitabın gerektirdiği tehdit bir lütuf ifade eder. Çünkü, itaat edenle isyan edeni ayırmak ve kâfirlerden intikam almak da bir nimettir. Mamafih bu görüşleri takdir etmek suretiyle hal cümlesi olarak yukardaki âyete bağlamak da mümkündür. Yani onlara böyle söylenerek ateş salınır. Sonra da gök bir yarıldı mı yani kıyamet k opmaya başlayıp gök dürülmek üzere çatladığı çatlayıp da bir gül olduğu, kıpkırmızı bir gül gibi kızarmış bir halde yağ gibi eridiği zaman.. şartiyyedir, cevabı mahzuftur. Yani şimdi tafsilatını anlayamayacağınız, beyana sığmaz ne dehşetler, ne inkılablar olacaktır. Böyle iken şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Zira o, korkunç dehşetli inkılâb günlerini haber vererek kurtuluşa götürmek ve terbiye için hatırlatmada bulunmak dahi ilâhî lütuflardandır. Yahut o günler, o ya l anlayanların cezasını vermek için böyle hitabı ceza ile azarlayarak gelecektir. İşte o gün gök yarılıp olacaklar olduğu gün ne insan ne de cin günahından sorulmaz. Yani suçlu olup olmadığının anlaşılması için şuradan buradan sorularak araştırılma y a ihtiyaç yoktur. Günahlı ile günahsız karıştırılmaz. Çünkü hepsi tesbit edilmiştir. Şimdi açıklanacağı gibi suçlular, yüzlerinden tanınırlar. Demek ki hesâb ve sorumluluk yok değil, Lakin o gün suçlunun şahsını tanımak için soru sorulmaz. Suçlular, y ü zleriyle tanınırlar da bu sebeble perçemleriyle ayaklarından tutulurlar daha Türkçesi yaka paça yakalanırlar. Rabbinizin hangi nimetlerine yalan derdiniz? diyerek yakalanırlar. Yahut suçluların bu şekilde yakalanması suçlu olmayanlar için bir nim et olur.

    43. İşte bu cehennem ki suçlular onu yalanlıyor ve yalan olduğunu söylüyorlardı.

    44. Dönüp dolaşıyorlar onunla o cehennem ateşi ile kızgın bir hamîm arasında Hamîm, sıcak su n, son derece kızgın demektir. Diye suçlarının, küfür ve nankörlüklerinin cezası çektirilir.

    Zü`l-celâl ve`l-ikramın celâl tecellileri (görüntüleri) bu şekilde beyan edildikten sonra ikram tecellileri ifade edilmek üzere buyuruluyor ki:

    Meâl-i Şerifi

    46. Rabbinin makamından korkan kimselere iki cennet vardır.

    47. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    48. İkisinin de çeşitli ağaçları, meyvaları vardır.

    49. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    50. İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır.

    51. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    52. İkisinde de her türlü meyvadan çift çift vardır.

    53. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    54. Astarları atlastan yataklara yaslanırlar. İki cennetin de devşirmesi yakındır.

    55. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    56. Oralarda gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş dilberler var ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.

    57. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    58. Sanki onlar yâkut ve mercandırlar.

    59. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    60. İyiliğin karşılığı, yalnız iyilik değil midir?

    61. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    62. Bu ikisinden başka iki cenn et daha vardır.

    63. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    64. (Bu cennetler) yemyeşildirler.

    65. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    66. İkisinde de fışkıran iki kaynak vardır.

    67. Şimdi Rabbinizin han gi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    68. İkisinde de her türlü meyva, hurma ve nar vardır.

    69. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    70. İçlerinde güzel huylu, güzel yüzlü kadınlar vardır.

    71. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    72. Çadırlar içerisinde gözlerini yalnız kocalarına çevirmiş hûriler vardır.

    73. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    74. Bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.

    75. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    76. Yeşil yastıklara ve hârikulâde güzel işlemeli döşeklere yaslanırlar.

    77. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    78. Büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin adı ne yücedir!

    45. Dönüp dolaşıyorlar onunla o cehennem ateşi ile kızgın bir hamîm arasında Hamîm, sıcak su n, son derece kızgın demektir. Diye suçlarının, küfür ve nankörlüklerinin cezası çektirilir.

    Zü`l-celâl ve`l-ikramın celâl tecellileri (görüntüleri) bu şekilde beya n edildikten sonra ikram tecellileri ifade edilmek üzere buyuruluyor ki:

    Meâl-i Şerifi

    46. Rabbinin makamından korkan kimselere iki cennet vardır.

    47. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    48. İkisinin de çeşitli ağaçları, meyvaları vardır.

    49. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    50. İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır.

    51. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    52. İkisinde de her türlü meyvadan çift çift vardır.

    5 3. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    54. Astarları atlastan yataklara yaslanırlar. İki cennetin de devşirmesi yakındır.

    55. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    56. Oralarda gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş dilberler var ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.

    57. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    58. Sanki onlar yâkut ve mercandırlar.

    59. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    60. İyiliğin karşılığı, yalnız iyilik değil midir?

    61. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    62. Bu ikisinden başka iki cennet daha vardır.

    63. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    64. (Bu cennetler) yemyeşildirler.

    65. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    66. İkisinde de fışkıran iki kaynak vardır.

    67. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    68. İkisinde de her türlü meyva, hurma ve nar vardır.

    69. Şimdi Rabbinizin han gi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    70. İçlerinde güzel huylu, güzel yüzlü kadınlar vardır.

    71. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    72. Çadırlar içerisinde gözlerini yalnız kocalarına çevirmiş hûriler vardır.

    73. Şimdi Rabbi nizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    74. Bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.

    75. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    76. Yeşil yastıklara ve hârikulâde güzel işlemeli döşeklere yaslanırlar.

    77. Şimd i Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

    78. Büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin adı ne yücedir!

    46. Rabbinin makamından korkan kimse için ise, Burada zikredilen makam kelimesi, mimli mastar ya da mekân ismi olabilir. Mastar olduğunda da ya failine ya da mütaallakına (bağlı olduğu kelimeye) muzaftır. Failine muzaf olması durumunda mânâsı, Rabbinin makamı, âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ`nın kıyamı ve her şey üzerindeki hakimiyeti ve insanların bütün hallerine gözcü ve muhafız oluşu d emektir ki, "Her nefsin kazandığını gözetleyip muhafaza eden (hiç böyle yapamayan gibi) olur mu?" (Ra`d, 13/33) âyetindeki kıyam gibidir. Mutaallakına muzaf olması durumunda ise anlamı, insanların kıyamet günü hesap için Hak Teâlâ`nın huzuruna duruşu de m ek olur. İsm-i Mekân olduğunda da bu mânâ ile Rabbinin huzurunda duracağı yer demek olur. Yahut makam kelimesi, kinaye yoluyla "Rabbinden korkan" mânâsında da yorumlanabilir. Korkudan kasıt, yalnız yürek çarpıntısı değil, küfür ve nankörlükten sakınıp ima n ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet göstermek demektir. Kısacası, rubûbiyyet sıfatını taşıyan, zü`l-celâl ve`l-ikram sahibi Rabbinin celâlinden korkan, yahut kıyamet günü onun celâli karşısına dikileceği makamını sayıp da korkan kimseler için de ik i cennet vardır, ki biri cismanî, biri rûhanî cennet yahut biri adn, biri naîm cenneti veya biri dâru`l-İslâm biri dârû`s-selam gibi mânâlara gelebilirler. Zikredilen iki cennet için daha başka anlamlar da söylenmiş ise de kıyamet halleri görülmeden bunla r ın tafsilatı bilinemiyeceğinden daha fazla izaha girmek doğru olmasa gerektir. İbnü Ebî Hâtim ve Ebu`ş-şeyh, Atâ`dan şöyle bir rivayeti naklederler: "Ebu Bekr, (r.a.) bir gün düşünüp, kıyamet, mizan, cennet, nâr, meleklerin dizilmeleri, göklerin katlanışı dağların serpilip dağılışı, güneşin dürülmesi ve

    yıldızların parçalanışı hakkında fikir yürütmüş de, "Arzu ederdim ki, ben şu yeşilliklerden bir yeşillik olsaydım, hayvanlar gelip beni yeselerdi ve ben yaratılmamış olsaydım." demişti. İşte bunun üzerine âyeti nazil olmuştu." Beyhaki Şuabu`l-îman`da Hasan-ı Basrî`den şu rivayeti zikreder: Hz. Ömer zamanında bir genç, mescide ve ibadete devam ederdi, derken bir kızla birbirlerine aşık olmuşlardı. Birgün kız tenhada yanına geldi, konuştular sonra gencin g önlü onu çekti, bunun üzerine genç çığlıkla hıçkırdı ve arkasından bayıldı. Onun bir am
keyboard_arrow_up